
_edited.png)
fakat mahiyeti itibariyle aynı düzleme dizilebilir bir dizi alıntı yapmakla “Kendini Bilmek” meselesini öncelikle karmaşık tarafından gösterelim, sonra dönüp işin başından başlayalım. İnsanı; insan olarak kastımızın başlangıcı, hayvanlardan ayırdına vardığımız andır. Bilim de böyledir, inanç da. Homosapiens'i, insansılıktan insana çıkaran düşünceyi bilmesidir mesela. Son din; insanı, ilk olarak okumayı bilmesi, düşünmesi gerekliliğiyle muhatap alır. Felsefe kanadında düşünmenin babası sayılan Sokrates, “hiçbir şey bilmediğinin” derdini çeker Atina sokaklarında. Modern zamanın tüm ideolojileri
Ruhsal Simyacılık Üzerine
Bengisu SEÇKİN
hep en iyiyi bilmek kavgasındadır. Bu bağlamda bir düşünce deneyiyle zaman çizgisinden çıkıp kâinata bakmayı deneyelim. Hemen her şeyin bilmek, bir yönüyle bildirmek-davasında olduğunu görmemek, en hafif tabiriyle anlayış sakatlığı olacaktır. Başladığımız bu giriſt meseleyi (izahı zor olacağından bu tabiri kullanıyoruz) derinleştirmeden, sonunda- izmler taşıyan birkaç ideolojinin temel öğretisine bakmanın kavrayışımızı berrak bir zemin üzerinden inşa edeceğine inanıyoruz. Öncelikle tüketime dayalı kapitalizm; kendimizi bilmenin ve bizi kolay elde edilen hazların mankafası olmak üzere eğitir. Burada bilmekten kasıt; ne istediğini, ne kadar çok istediğini bilmek, dahası tüm isteklere ihtiyaç duymayı bildirmektir. Ölü doğmuş komünizm; insana kendini kendi olarak değil, toplum üzerinden hatta toplum olarak bilmesini öğretir. Sınıfsız, parasız, devletsiz ve bireysiz bir toplum. Mazoşizmin örtülü tarafı feminizm; -burayı biraz açmak gerek- kadına kendini dahası kadınlığını erkeklik ekseni üzerinden bildirmek ister. Kadına bu sözde haklı eşitlik madalyonunu takmak için gerekirse önce onun boynunu kırar. Sonra kırılan boyunların üzerinde gezerken duyduğu acı çığlıklara “eşitlik senfonisi” der, üstüne kendini alkışlattırır. Bu senfoni şefinin batıda yetişmesi, belki kadına zorla kaybettirildiği şerefinin -iadesi- açısından haklı bir isyandır. Fakat takılan bu ateşten madalyonun öbür tarafı, evrensel bir hareket gösteremeyecek kadar sığdır. Bu elmayla armut hikayesine benzer. Elmayı kesip biçip armut şekline sokabilirsiniz fakat elma tadıyla kokusuyla elmalığından bir şey
İlim kendin bilmektir. / Yunus Emre
Var olan tek fobi kendini bilme fobisidir. / Adam Phillips
Kendini bilen Rabb'ini bilir. / Hz. Muhammed (s.a.v.)
Ruh: benzerine, aynadaki yansımasına bakmadan kendisini bilemez. / Michel Foucault
Ve son alıntı yüzyıllar öncesinden, Apollon Tapınağı kalıntılarından: Kendini Bil! / Khilon
Cümle planında daha fazla çeşitlendirip genişletebileceğimiz
edasıyla cevabını aradığımız asıl cevher soru şudur: “İnsan kendini nasıl bilebilir?” Daha doğrusu bütün bu aidiyetlerin dışından bakarak kendini bilmek ne demektir.
Öncelikle kâinatın cevheri nispetinde önem atfettiğimiz bu sorunun cevabı bizde olmadığı gibi, her insanın cevabı kendi parmak izi gibi kendine özgül ve o ölçüde müstesnadır. Amacımız; bilmek mevzusunun bu sisli havasında bir ışık olmanın çok gerisinde, bir çığlık olarak tüm mevcudiyetiyle uyuşuk zihinleri bir arayışa davet etmek olabilir ancak. Arayış kelimesini bünyesinde bir süreç barındırması sebebiyle özellikle seçiyor ve bu sürece bir ömür yerleştiriyoruz.
Ömrün başlangıç ve bitişini doğum ve ölüm olarak tanımlayan pozitivistler bir yana dursun. Çünkü neden var olduğunun, kim olduğunun üzerinde düşünmeye bir dakikasını ayırmamış, talihin sürüklemesine kapılmış, aidiyetlerini yalnızca ezberlemiş ve yalnızca gelmiş geçmiş yaşamlara adam akıllı ömür demek abestir. Ömrün başlangıcını, sorgulamanın başlangıcıyla alıp sorgulamanın bitişiyle nihayetlendirmeliyiz. Ezcümle 6 yaşında, köyündeki kutsal sanılan bir taşın dahi hakikatini sorgulayan bir çocuğu doludizgin yaşıyor sayarken, arzularının tatmininden gayrı gaye bilmeyen genci hiç yaşamamış, kendi zamanının onulmaz akışına yalnızca seyirci kalmış yaşlıyı hepten ölmüş sayarız.
Sorgulayıcı düşünmeyi yaşamın temel ihtiyacı olarak addederken, konuyu Maslow'un ihtiyaçlar piramidi teorisiyle perçinlemek yerinde olacaktır. Malumun üzere bu piramidin alt basamaklarına bir takım fizyolojik -ilkel
ihtiyaçlar sıralanırken piramidin tepesine en üst ihtiyaç olarak 'Kendini Gerçekleştirmek' yerleştirilmiştir. Son zamanlarda bu üst ihtiyaç her ne kadar kişisel gelişimcilerin ağızlarına sakız ettiği tılsımlı bir söz olsa da, popülerliği hakikatinden bir şey eksiltmediği gibi, bizi üzerinde düşünmeye daha çok davet etmektedir. Onlar 'Kendinin en iyi versiyonu ol' derken aslında kendilerinin idealleştirdiği o profile bir amacı olsun olmasın sığılmasını isterler. Yalnızca dil öğrenmek, spor yapmak ve iyi beslenmek üzerine kurulu bir felsefenin bırakın en tepe ihtiyacı karşılamayı, modern dünyada varlık gösterebilmenin ya da varlığı bağırmanın diyelim ancak ön koşuludur.
Bahsedilen felsefenin de üzerine çıkarak insanın kendini bilmesi, gerçekleştirmesi ideali için, son nefesine yaklaşırken geriye dönüp baktığında keşkesiz ve dopdolu bir hikâye bıraktığını görebilmesi için özgün bir değer üretmesi elzemdir.
Meselenin başından itibaren, kendini bilmenin nasıl olacağını iddia ve dikte eden altın görünümünde birçok değersiz fikrin önünden geçmiş olduk. Esasen bu sorunun cevabı önceden değindiğimiz üzere her ruhun bizatihi kendisindedir ve bu en büyük ihtiyacı karşılamanın zahmeti de kuşkusuz çok fazladır. Bu bağlamda yeryüzünde kendini bilmek derdine düşmüş kimse yoktur ki, kendini bilmeyenler tarafından saldırıya uğramamış olsun. Neticede biliyoruz ki, hiçbir hikâye zorluk görmemiş bir kahraman kabul etmez.
kaybetmeyecek olsa da, günün sonunda elinizde ezilmiş, parçalanmış, sararmış, eksiltilmiş bir elma kalır. Bu mesele daha çok metafor götürür ancak bir sloganla geçmiş olalım: Eşitlik her zaman adil olmayacağı gibi, birçok zaman zalimin ta kendisidir.
Kör ve sağır materyalizm; maddeyi var olan tek töz olarak insana bildirme ereği güderken, aklı sadece madde kafesi içinde çalışmaya zorlar. Her iş ve oluşu maddeye vermesi kabilinden aslında madde tanrıcılığı yapar bu atom altı çığırtkan. Bilinci dahi sadece birtakım maddi etkileşimler üzerinden açıklamak, sinema perdesi üzerinde gezen adamları ışık huzmesinden ibaret sanmak gibidir. Doğru tarafı var muhakkak ama hakikat kısmı eksik.
Görüldüğü üzere her ideoloji doğrusunu bildiğini iddia ettiği “bilmek” meselesinin cevabını, insana bizzat kendi bildirmek ister. Yazık ki tembelliğin ölüm sebebi sayılacağı tek konu olan düşünmek noktasında çok kez uyuşuk davranıyor; aklımızı, gelenek olduğu üzere ait olduğumuz grupların temsilcilerinin ceplerine gözü kapalı bırakıp telaşımızın uykusuna dalıyoruz. Değinebileceğimiz birçok öğreti daha vardır mutlaka fakat esas konumuzun derinliğini kaçırmamak adına bu kadarıyla yetinerek dönüp işin başından başlayalım.
Muhtemeldir ki insanın toplum içinde yaşaması aidiyet duygusunu keşfetmesiyle başlar. Bu keşif, ilkel insandan modern insana mutlak bir kaideye dönüşmüş gibidir. Doğumumuzdan itibaren düşünürsek; bir aileye, kültüre, Buradan bakınca benliğimizi oluşturan şey, tüm bu aidiyetlerin içinde edindiğimiz tecrübeler bütünüdür şüphesiz. Bir simyacı

Bir Mana Hikâyesi
Hilal Ateş
selamlamanın, bir yükü taşımanın ayrı ayrı kıymeti ve anlamı olurdu. Her varlığın bir sırrı olduğu düsturuyla abese yer bırakmadan emniyet hissine erişilebilirdi. En önemlisi de mana ile yaşamak, insana ait olduğunu hissettirip yaşamak ve çabalamak için güç verirdi.
Bugünse incelikli ve sebat gerektiren işlerin peşine düşmek, manayı önceleyip fedakarlık edebilmek meczupluk olarak nitelendirildi. Ama hakikatin gizlenmesi zordur. Tüketim, manipülasyon, moda, konjonktür ve sair zevatın peşinden gitmeyen, her yaptığını bir mana eksenine derç eden ve gururla, şuurla, izzetle hayatı göğüsleyen kimsenin kaybedeceği bir şey yoktur. Kaybetmekten korkmadan yaşayabilme lezzeti, büyük bir lütuſtur.
Bugün mana ve aidiyeti kaybetti-ğimiz bir doruktayız. Kalbimiz ve aklımız ayrı düşmüş, zihinlerimiz iğdiş edilmiş durumda.
Büyük resimde mananın menfaate kurban edildiğini görsek de süslü gösterilen bir dünyaya aldanmaktan kurtulamıyoruz.
Anlamsızlık denizinde yüzerken bir can simidi arıyoruz. Elimize küçük dal parçaları veriyorlar ama öyle rengarenk öyle süslü ki bir an denizde sürüklendiğimizi unutuveriyoruz. İnsanın hikayesi bu: Kanmak ve düşmek. Ama bu manadan uzak hayatlarımızın hikayesi böyle bitmeyecek. O dalların, insanı eylemek için verildiği topyekun idrak edilecek. Ama acı ama zor, dünyanın hikayesi başka bir yere evrilecek. Yaradılışımızdaki o mana ve aidiyet ihtiyacı hakikat ile beslenecek. Çünkü hakikatin ışığı daima karanlıktan üstündür. Çünkü karanlık geceden sonra, güneş elbet görünür. Güneşi hasretle bekleyen mana erlerine selam olsun.
İnsanlığın başlangıcından bu yana müşterek bir arayış mevcut; varlık ve anlam. Hayatın en büyük alameti var olmaktır. Var olmak ise varlığın anlamının farkında olmaktan geçiyor. Bugün fiziken var olan ama manen yokluğa sürüklenen hayatların içinde debeleniyoruz. Madde ve mananın kıyasıya çatıştığı bu dönemde hiçbir şey öyle bir anda olmadı elbet. Özden koparılan anlamlar ve algı yönetimiyle mana, aşındı, parçalandı, yavanlaştırıldı. Öyle ki artık eski zamanların nostaljik ve ütopik bir kavramı haline geldi. Mana, maddeye kurban edildi. Bir hedefe, bir değere, bir manaya ait olmanın hayatın devamı için temel bir ihtiyaç olduğu gerçeğinin üstü yaldızlarla kapatıldı. Oysa her varlığa mana penceresinden bakan bir medeniyetin topraklarında nice güzelliğin arkasındaki sırdı mana. Perdeleri kaldırıp özü görebilmekti. Böylece en basitten en karmaşığa, her işin arkasında bir anlam ve önem olduğu hissedilirdi. Hal böyle olunca bir çiçeğe gülümsemenin, bir dostu