top of page
Fikir, Kültür ve Sanat
Bu mühürlü kapının sırrına ermek istersen, yokluktan varlığa doğru göz seyrin olmalı derim.

yargılayabilecek davranışlarında uzak tut elini, dilini. Muhabbetin doruklarında gezinen ermişlerin sohbetlerinden nasiplen. Günlerin yıl olan zaman koşusunda dostlarına sahip çık. Kayıpsız kapatabileceğin ilişkilerini ruhuna yavaş yavaş yedirerek onları yaşat ve dünyana anlam kat. Sonraların pişmanlık diye sana sokulup yaşatacağı ıstırapları gerisin geri engin hoşgörünle yol etmeyi bil. Muhatap olarak kabul edeceğin bakışların sende bırakacağı tek şey memnuniyet olsun. Her kapıyı kapışında hiç gelmeyecekmişsin sesini bekleyen kulaklarda sana ait hiçbir şeyin kalmasın. Öğrenmenin perdelerini aralayan pencerelerden ufuklara bakmaya çalış. Güneşin doğduğu, gözün gördüğü yerlerin sahip olduğu güzellikler adına masallar anlat. Mırıldanarak yol boyu türküler okuyanların ardından zevkle yürümeyi bil. Masa başı işlerin bunaltan nefes alışverişinde bin doğacakmış gibi ciğerlerine ömür geçir. Korkulukların korkusunu paylaşarak tatlı telaşları yaşayacak arkadaşlıklar kur. Mendillerin her halaydaki sallanışını gökyüzündeki maviliğe borçlu say. Bulutların yeryüzüne düşürdüğü yağmurlardan alacağını al. Üstündeki ağırlık kadar geceler boyu uyumanın zevkine var. Anlatılması, hatırlatılması ve altı çizilmesi gereken ne kadar şey varsa; bir o kadar susmayı dene. Sana vaadedilen kutsallıklar adına inancını tazeleyerek en kabul ibadetlerini dualarına meydan kıl. Mahzun ol, yüceltilesin! Kabullen ki kabullenesin! Merhabalarını sıcak tut, insanlık karşılık versin! Kapıların açık tut herkes o kutlu söze gelsin

Bu mühürlü kapının sırrına ermek istersen, yokluktan varlığa doğru göz seyrin olmalı derim. Kıskaçlarının acı veren dayanılmaz halinde kimselere sormadan evine dönebilmelisin.Kapıları seslerle örtük bir geceden gizillerini kopararak; yarasa olabilmeyi göze almalısın. Tutarsızlıklarının kalıplaşmış her zaafında kusursuz olan dengeni geri getirmeyi sana verilmiş bir vazife bellemelisin. Taşkınlıklarıyla hayata tutunmayı arsızca yapan ne kadar insan müsveddesi varsa; utanmadan, sıkılmadan yüreğinden gelen en gür sesle dur diyebilmelisin onlara. Kılıçların keskinliğine aldırmadan bedenlerini feda edebilen insanların o büyük aşkından az da olsa ruhunda bulundurabilmelisin. Yanarak ve yakarak arınan arzularının kifayetsiz coşkunluğunu dindiren yalnızlıklara

Göğ/e/rmiş Sözler

Mehmet YÜZÜCÜ

ulaştırmayı bazen marifet bilmelisin. Usunun en derin kıvrımlarında kendine yol bulacak düşüncelerin olmalı yani. Martıların ekmek dileyen seslerinde dalgaların da onlar için nimet olduğunu hatırlatarak; simitler atmayı denemelisin. Gözlerinin ferinde adım atacak sabahlar olduğunu düşle hep kendin için. Bunun sana vereceği kuvvetle ardına bakmadan yapacağın iyilikleri hayal et. Mutluluğun sana uzanabileceği masum zamanlar için söz geçirebileceğin mahrem topraklar bul kendine. Yorgunlukların bedenine olan yakınlığını hissetmemeye çalış. Günün batışında gecelerin de bir dinlence olduğunu bilerek hayata değer ver. Uzaklardan kopup gelen mısraların duygu dolu anlarında içten şiirlerle geçmişini an. Kimsenin ama kimsenin sebepsiz hükümlerinde seni

zihninin boş bir levha, yani John Locke'un meşhur “Tabula Rasa'sı” şeklinde yaratıldığını haber verir.

 

Vahyin de insan yaratıldıktan sonra nüzûl olunmuş bir şey olduğunu düşünürsek, insanın öğretilmesi ve eğitilmesi gereken bir varlık olduğu çıkarımını akıl yürüterek de yapabiliriz. Öğretmen olarak peygamberlerin gönderilmesi de aynı noktaya parmak basmakta.

 

Ayrıca ilim geleneğimizde sadece akıl ile yani rasyonel yaklaşım ile değil, görülen ve işitilenlerle, hatta gönül gözü ile dahi bilgiye ulaşılabildiğine yer veriliyor. Yukarıda paylaştığım ayette olduğu gibi, kutsal kitabımızda göz, kulak ve kalpten birçok yerde birlikte bahsedilmesi ve aynı zamanda kalbin akledici işlevinin de altının çizilmesi dikkate şayan bir husus. Bu bahislere Hac suresi 46. ayette, Araf suresi 179. ayette, İsra suresi 36. ayette ve daha birçoğunda rastlıyoruz.

 

Alim Tehânevî; tevehhüm (zannetmek), tahayyül (hayalde canlandırmak, fikir kurmak), taakkul (akıl yürütme) sözcükleri ile bilginin aynı manayı taşıdığını aktarır ve bilme ile diğer zihin faaliyetleri arasındaki paralelliği işaret eder. Nihayetinde, İslam epistemolojisinde bilginin dört kaynağı olduğunu öğrenmiş olduk: vahiy, göz, kulak ve gönül.

 

Umarım bundan sonra epistemoloji mevzubahis olduğunda aklımıza bu kavramlar gelir ve hakikatin onların söylediği değil, Allah'ın söylediği olduğunu idrak ederiz. Böyle yaparsak ne mutlu bize. Vesselam.

İnsan Nasıl Bilir?

Sena GÜLER

Batı akademisinde “İnsan nasıl bilir?” sorusuna verilen çeşitli cevaplar var. Üniversitede ise bilginin kaynağı olarak Batı'daki iki ana görüş öğretiliyor: a priori ve aposteriori. İlki doğuştan bilinen, ikincisi sonradan kazanılan bilgi olarak tanımlanıyor. Bu konunun işlendiği dersten sonra bu soruyu ben de kendime sordum ve a priori yani “önceden bilinmiş” birtakım bilgilerin değil de aposteriori yani “kazanılmış” bilgilerin düşünce hayatımıza yön verdiğini savunanlara hak verdim. Bir şey hakkında akıl yürüterek, düşünerek bilgi ediniyorsak ondan önce akıl yürütmek için kullandığımız vasıtaları edinmiş

olmamız gerekir. Doğduğumuzda 1'in “bir” demek olduğuna bile akıl erdiremiyoruz, değil ki felsefi argüman üretebilelim. Bu yüzden ister fiziksel, ister duyusal olsun; bilgiyi deneyimden ve öğrendiğimizden elde ettiğimiz kanısındaydım. Ardından İslami epistemolojinin bu konuda ne söylediğini araştırmaya başladım. “Bilginin kaynağı nedir?” sualine cevap ararken müslümanın aklına gelen ilk cevap “vahiy” oluyor. Yüce Allah, Nahl suresinin 78. ayetinde “Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme (yetenekleri) ve (idrak etmek için) gönüller verdi.” buyurarak insan

“Bilginin kaynağı nedir?” sualine cevap ararken müslümanın aklına gelen ilk cevap “vahiy” oluyor.

çepeçevre sarılmış durumda sanki. Bu kültürü benimsemiş bir nesil de geliyor aynı zamanda. Eski nesil, geçmişte olanla olmayan zamanları kıyas edebildiği için, şimdinin getirdiği bu konfor alanlarının bizden neleri götürdüğünü fark edebiliyor. Ama geçmişteki o maddi-manevi yokluk zamanlarını yaşamayan şimdiki nesil, sanki Nuh a.s.'ın geride bıraktığı o insanlar gibi yavaş yavaş konfor sularının altında kalıyor da boğulduğunun farkına varmıyor.

 

Nuh a.s. günlerce uğraştı o gemiyi yapmak için. Rabbi emretti, o da yaptı. O'na imân edenler sorgusuz bindiler o gemiye kurtuluş için. Geride kalanlar; şimdinin materyalist zihni gibi geride kalmayı farklılık ve özgür olmak zannederek çok güveniyorlardı kendilerine. O kadar emindiler ki başlarına bir şey gelmeyeceğinden, imân zırhını giymek zor geldi nefislerine.

 

Konfor alanı ve az sorumluluk daha tatlı çünkü! “Konfor öldürür” diye bir söz var hani. Konfor alanları beni imânî noktada besliyorsa, biz gemiye binenlerden olacağız ama konfor bizi tembelleştiriyorsa Allah'ın vaadi haktır ki, o takdirde sular altında kaybolup gideceğiz.

 

Allah'ım sen, senin dışında kimsenin yolcusu eyleme bizleri ve Nuh peygamberin gemisine bindirecek amellerle hemhâl eyle.

Allah'ım sen, senin dışında kimsenin yolcusu eyleme bizleri ve Nuh peygamberin gemisine bindirecek amellerle hemhâl eyle.

Gemisi Olan Peygamber

Kadriye DÖNMEZ

Gece yatarken çocuklara kitap okurum. Sonrasında da aklıma gelen ya da onların istediği bir konudan o an hatırıma gelenlerle bir hikâye anlatırım. Bir gün Nuh a.s.'ı anlattım onlara. Sonra da düşündüm. Nuh a.s. Allah'ın ona emrettiği şeyleri ümmetine anlatmış; kimisi ona inanmış, kimisi inanmamıştı. Mevla inananları kurtarmak için bir gemi yapmasını istedi Nuh a.s.'dan. “İnananlar imanlarının mükâfatını bir gemiye binmekte buldular ve kurtuldular” dedim hikâyede. Oğlum da “Peki geride kalanlara ne oldu?” diye sordu. “Geride kalanlar suların altında kalıp kayboldular. Hem de öyle bir kayboluş ki kimsenin onları aramayı bile akla getiremeyeceği,

bir kurutuluş ümidinin olmadığı bir kayboluş.” dedim.

 

Sonra günümüzü düşündüm. Bu materyalist dünyanın bize vaat ettiği konfor alanlarını.. Konfor alanları arttıkça Nuh a.s.'ın gemisine binip kurtulanlardan mı oluyoruz, yoksa geride kalıp kaybolanlardan mı? Hayatımızı kolaylaştıran teknolojik ürünleri hayatımızı kolaylaştırsın, asıl yapmamız gereken işlere zaman kalsın diye mi kullanıyoruz; yoksa tembelliğimizi, gafletimizi arttırsın diye mi? Suni gündemlerle oyalanıyoruz oysaki sürekli. Şu günü bu günü.. O günlerin getirdiği hediye alma zorundalığı, bize dayatılan tüketim kültürü… Kulluğumuzu yaşamamamız için etrafımız

Materyalizm; varlığın salt madde olduğunu iddia eden bir felsefi görüş olarak atomculuk ile ilgili yapılan bazı bilimsel çalışmaların da etkisiyle, 17. Yüzyılda İngiltere'de doğmuş olsa da zamanla bu görüş, farklı formlarda ve farklı alanlarda biraz değişerek veya biraz da palazlanarak kendini göstermiştir.

 

Bu görüşe göre var olan her şeyin kaynağı maddedir. Güç ve kuvvet yalnız maddedir ve yegâne kaynak doğanın bizzat kendisidir. Farklı inanç ve kültürlerden birçok insan doğaya ve maddeye belli anlamlar yüklese de varlığı maddeye indirgeyen bu bakışı temel olarak benimsememesine karşın nasıl olup da bu akım hakim olmuş ve insanlığı esir almıştır? Elbette bu soru multifaktöriyel cevaplar barındırmaktadır.

Su İçip Susuz Kalmak

Sadece YAZAR

Fiziksel olarak zincirlenmiş olmasak da dünya halkları olarak zihnen köleleşmiş olduğumuz aşikâr.

1. Kapitalizm Etkisi Bu akımın doğuşu takriben sanayi devrimine rastlar ve kapitalistler açısından oldukça işlevsel olmuştur. Çünkü o döneme değin insanlar, ihtiyacı olan kadar üretiyor ve satıyorlarken artık üretebildikleri kadar üretiyor ve satabildikleri kadar satıyorlardı ve bunun için de ürettikleri kadar “ihtiyaç” yaratmaları gerekiyordu. Böylece maddeye ve metaya bakış kitlesel olarak ve kıtalar arası boyutta değişmeye başlamıştı. Zamanla mal ve metalar artık bizim ihtiyacımız için üretilen şeyler olmaktan öte, bizim varlığımıza anlam katan hatta bizi biz yapan şeyler haline gelmiştir.

 

Elbette reklam ve pazarlama sektörünün yardımıyla. Markalar artık kalite değil, imaj pazarlıyor. Örneğin bir kot reklamında diz yapmaz ya da bir tişört reklamında çekme yapmaz, yıka yıka kullan denmiyor. Ünlü bir ismin o kotla koşması, ünlü bir mankenin o gömleği, tişörtü giymesi yeterli sayılıyor. Ürünün kalitesi ile ilgili tek kelime edilmiyor. O markanın logosunun olması satın almak için yeterli bir sebep sayılıyor. Artık o logosu olan tişörtü giyen biri diğerlerine nazaran daha "havalı". Yani ürünlerin işlevine, uzun ömürlü olmasına, daha kullanışlı olmasına değil; zihinlerde oluşan/oluşturulan algıya para veriyoruz. "İmaj" satın alıyoruz. Büyük şirketlerin daha da büyümek maksadıyla insanların zihnini manipüle ederek oluşturduğu algı yüzünden aynı ürüne çok daha fazla ödeme yapıyoruz. Fiziksel olarak zincirlenmiş olmasak da dünya halkları 

olarak zihnen köleleşmiş olduğumuz aşikâr. Kapitalizm mevcudiyeti için muhtaç olduğu şey işte budur; zihin manipülasyonu ki böylece yönettikleri algılarla üretime yönelik talep oluşturabilsinler ve semizleşmeye devam edebilsinler.

2. İnsan Fıtratı İnsan fıtratının belli noktalarda zaaflarını tespit edip, kasten farklı maksatlar için kanalize etmek yoluyla maddecilik hâkim hale gelmiştir. Örneğin insanoğlunun doyumsuzluğu, ahirete olan iştiyakını artırmak ve böylece sonsuz hayat için gayret etmesi içindir. Cennete ulaşmamızı kolaylaştıracak bu sonsuzluk arzusu ve dünya hayatı ile bir türlü tatmin olamama hali, kendi aleyhimize dönmüş ve başımıza bela olmuştur. Sanki dünya sonsuzmuş gibi bu arzu dünya hayatı için harcanmaya teşvik edilmiş sonuçta tıpkı tuzlu su içen insan misali gibi tükettikçe tükenmişiz. Ne içimizdeki sonsuzluk arzusu tatmin olmuş, ne de başka bir şey. Nihayetinde felsefi bir akım olarak başlayan materyalizm; bu ve benzeri fıtrî meyilleri de kullanarak, koca bir insanlık âlemini istediği bir oyuncağı elde ettikten sonra kenara atan, sonra bir başka oyuncak için feryat figan ağlayan şımarık çocuklara dönüştürdü insanları. Sermayedarların kârını artırmak için fare kapanına peynir koymak kabilinden çıkartılan her 'son moda' şeye atlayıp bu sonsuzluk ve tatminsizlik hali ile kapana sıkışıyoruz.

Maddecilik öyle ki, insanın kendisini bile madde olarak görmesine neden olmuştur.

3. Benlik İhtiyacı Farklı kombinlerle farklı kişiliklere bürünme hevesi, olmadığı gibi görünme, aslında olduğu kişiyi gizleme, özenti ve taklit, dikkat çekmeye çalışma ve kişinin kendi kendisini başkalarının bakışları ve iltifatları ile tatmin etme gibi ruhsal ve kişilik bozuklukları da materyalist çağın etkisiyle zirve yapmıştır. Maddecilik öyle ki, insanın kendisini bile madde olarak görmesine neden olmuştur.

 

Estetik operasyon ile burnunu, dudaklarını değiştirmekte, kişinin kendi kendisini dahi anlamdan ve kişilikten yoksun, yaratıcının sanatından ziyade kesip biçilecek nesne olarak görmesi ile sonuçlanmıştır. Benlik ihtiyacını - yaratıcı pozisyonuna soyunmak pahasına- tatmin etmeye çalışan materyalist çağın insanı aradığını bu şekilde de bulamamış, varlığın anlamını kavrayamamıştır. Nihayet ötanazi ile hayatına son vermektedir (Ki bir materyalist için yalnızca maddeden ibaret olan beden söz konusudur.) Böylece varlığı salt maddeye indirgeyen materyalist insanoğlu, yolun sonunda kendi kendisini tüketmiştir.

 

Sonuç olarak; bir felsefi görüş olarak doğan, temellerini antik Yunan'dan alan materyalist anlayış, pek çok farklı

formda ve her alanda gizli-açık etkisini sürdürmektedir. Materyalist çağ yani nicelikler çağı, nitelikten ziyade

rakamların önemli olduğu çağ. Bir yere kaç kez gittiğiniz, kaç ayakkabınızın olduğu, kaç fotoğraf çektiğiniz, kaç beğeni aldığınız… Çokluğun, kalabalığın ve görselliğin itibar gördüğü çağ. Tüketim kültürü içinde, tükettikçe tüketilen ve tükenen insanların asrı. Varlığın maddeye yani görsele, gösterişe indirgenmesi demek. Ne hissettiğiniz ancak paylaşımınızın tıklanma sayısı ile önem kazanır. Hayatı, sevinçleri, hisleri ancak gösterdiğiniz kadar önemli ve değerli sayan bu anlayış; sonuç itibariyle gösteriş ve rakam budalası nesil inşa etmekle kendi sonunu hazırlamaktadır. İnsanoğlu her şeyi salt maddeye indirgemekle, varlığın asıl anlamını yok sayarak kendinden de uzaklaşmıştır. Kalbinde hissedemediği tatmin duygusunu; modanın, tüketmenin, reklamların, film yıldızlarının peşinde aramakla bulacağını sansa da yalnızca susuzluğunu artırmaktadır. Yaratıcıyı diskalifiye ederek başlanan her yolun sonu yorgunluk ve susuzluktur. Su içip susuz kalmamak, yürüyüp yürüyüp varmamak istemiyorsak eğer, bu ancak varlığa ve dünyaya yaratıcının vermiş olduğu anlamı vermekle mümkün. Bir bütün olarak dünyaya ve maddeye layık olduğu anlamı vermekle mümkün.

Ne Mutlu!

Gülseher BAŞAĞA

Boşalır şarjörler.

Kılıçlar kesmez olur. Mancınıklara dolar bir mürekkep lekesi. Fikrinden vurulan adam sendeleyedursun, kaleminden akıttıklarıyla diyarlar aşar kimileri. Balkanlar'dan Kudüs'e, Kafkasya'dan Çanakkale'ye, Hicaz'a, Yemen'e, Endülüs'e ve daha nicesine. Şanlı Türk askerinin estirdiği her yelde yayılır mürekkebinin kokusu. Tüm cihanın göğünde, Mehmetçiğin ise göğsündedir hilal. Mürekkep kanı alt edene, hak batılı yok edene değin devinim içinde yanar kandiller. Yaşatılanlar unutturulur, kahramanlar öldürülür ama fikirler her daim yakar kandilleri. Aklın keskin boşluklarından süzülmeyi başaran, ruhun derinlerine işlemiş idealleri kim yıkabilir? Kadını, erkeği, yaşlısı, genci, askeri ve dahi şairi ile hürriyete aç bir iklimi kim doyurabilir? Fikirleri kırbaçlamaya güç yetirilemez. Cesaret ve imanla işlenmiş ruh kalkanına mermiler işleyemez.

Mehmet Akif'in bize tuttuğu ayna ilmek ilmek sözcüklere gizlenmiştir.

Cesaret Görünene cüret gösterilse bile görünmeyenle baş edilemez. Ve en çetin harplerde mısralarını Mehmetçiğin yüreğine dizen Mehmet Akif kaleminden ve gönlünden akıttıklarıyla gizli bir kahraman; mütevazı hayatı, sağlam duruşuyla yüce bir şahsiyettir. Onun geride bıraktıklarının vatan evlatlarının bilincine sirayet edişi; değirmenini iman dolu bir yürekle döndürmesinden, askerine ve bayrağına meſtun oluşundandır.

 

Mehmet Akif'in bize tuttuğu ayna ilmek ilmek sözcüklere gizlenmiştir. Binbir düşüncenin, yaşanmışlığın ve hissiyatın on kıtaya hapsolmasıdır milli marşımız. Mehmet Akif'in dimağının uçlarında gezinmek de bu demir parmaklıkların aşılması ile mümkündür. Anlamanın yerini büsbütün anlaşılmanın aldığı bir

çağda kolay olmayacağı aşikâr. Her dönemin güncel meseleleri de göz önüne alındığında, tarih bilme gereksinimi ve köksel bütünlük hissi yadsınamaz bir gerçek. Sınırsız kaynaklar arasında zihnimizin bulmacasında kaybolma serüveninde bazen tek bir cümle bize yol gösterir.

 

Ayağımızın altına bunca çukur varken hakikati muhafaza etmek mühim bir mesele. Bu sebeptendir ki tarih sayfalarının aralarında bir çiçek misali kurumak şairlere yakışmaz. Onları diri tutmak gerekir. Toprakları değişse bile kökleri sağlam kılmak gerekir. Elimizde su varken sulamamak olur mu? Şairleri gönüllerde yeşertmek gerekir. Mesele; kifayetsiz mısralar dalgalansa da okyanuslarda, Kızıldeniz'in öfkesinde can suyu bulabilmek. Mesele, tozlu sayfaların dilhun çehrelerinden direnişin sesi olabilmek.

Ne mutlu mürekkepleri ruh kalkanına işleyenlere!

barındırmaz, adımı attığı her toprakta açtırır hürriyet kokan çiçekleri. Ortadoğu'da koparılmış her gülün yasını tutar, bozulmuş her bahçenin hesabını sorar. Çünkü nasıl ormansız ve havasız yaşanmazsa, hürriyetsiz de yaşanmaz. Yemek içmek kadar aslidir ruh nazarında. Hislerini saman sarısı kağıtlara Azad ederek Mehmetçiğin canına can katan; ardından gelecek olan nesillere sağlam bir duruş, fikir, yol bırakan; bugün, yarın ve gökteki hilal bir yıldıza tutunup kayana değin bizimle olan Mehmet Akif'in ruhu şad olsun.

sarhoş olmuş kasvetli gök, bir yanda şehadet kanlarıyla bezenmiş mukaddes bir toprak varken asıl mesele doğru saſta büsbütün durabilmek: fikriyle, zikriyle, kalemiyle. Buram buram İstiklal kokan caddeler için mezarsız yatanlara minnet duymaktır belki yaşamak. Koskoca medeniyet mirasını göğsünde taşımaktır vefa borcu. İşe anlamaktan başlamak gerek. Harflerin gölgelerinde kalmayı bırakıp manalara yönelmek: bir insanı, bir cümleyi, bir fikri, bir ruhu. Bugün bedenimiz esaretten ıraksa bile medeniyet tasvirleri çerçevesinde bir yanımız Batı'da hep tutsak.

 

Her eylemimiz çağdaşlığa uydurulmuş. Birkaç küresel tanım ufkumuza sınırlar çizmiş vaziyette. Mehmet Akif ise yıllar ötesinden özetlemiş durumu: “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.”

 

Belki işin sırrı çağdaşlığa meydan okumak. Bedenin yaşadığı döneme sıkıştırmamak aklı ve kalbi. Anı yaşarken geçmişin kökleriyle topraktan gerekeni almak ama güneşe de yüzünü

dönmemek. Bir çağdan daha fazlası olduğunu kavrayacak kadar bilgin, bugünün meselelerinden uzak kalmayacak kadar mantıklı olmak. Özetle çağdaş ya da çağdışı değil çağ aşan olmak...

 

Mehmet Akif'in ileri görüşlülüğü, fikirleri ve dahi bu vatan için yaptığı fedakarlıklar göz önüne alındığında çağ aşan sıfatı en salt haliyle ona yakışır. Şairin dediği gibi ezelden beridir hür yaşamış ve hür yaşayacak olan bu millet, bağımsızlığa âşıktır. Bu aşkı da yalnız kendi bünyesinde

Ne mutlu bir kalbi istiklal ateşi ile alevlendirenlere!

Ne mutlu tozlu kitapların eksik sayfalarınca ağlayanlara!

Ne mutlu mürekkepleri ruh kalkanına işleyenlere!

Ne mutlu çağ aşanlara!

Ve ne mutlu kızıl bayrağı mavi göktedalgalandıranlara!

Bir kelime hiçbir zaman kendi değildir, başka birçok kelimenin toplamıdır. Gül mesela. “Renkli ve güzel kokulu bir bitki” diye kısaca tanımlarsam eğer, hem ne olduğuna hem de ne olmadığına işaret etmiş olurum. Kâinattaki tüm varlıklar bu âlemdeki kelimeler ile tanımını bulur. İnsan da öyledir şüphesiz. İnsan ki koca kâinattır. İnsanı diğer tüm varlıklardan ayıran yegâne şey ise “aşkın” bir varlık olmasıdır.. Çünkü bir ruhu vardır insanın. İnsanı bu dünyada ve bu dünyanın kelimeleri ile tanımlayanlar, onu; canlı, hisseden, düşünen bir varlık olarak mahdut (sınırlı) bir tanıma hapsetmiş ve yalnız maddi varlığını meşru görmüştür. Duygu, düşünce ve gözle görülmeyen türlü hissiyatlarının sebebini ise yine maddenin kendisine bağlamış ve fizik ötesini reddetmişlerdir. Oysa insan, hem bu âlemin hem de bilmediğimiz başka bir âlemin kelimelerini kendinde toplar. Peki o halde insanı, sadece bu dünyanın kelimeleri ile tanımlamayanlar ne söylerler özünde?

 

Tanım, bir durma biçimidir. Arapça ifadesiyle karar. “Karar vermek, karar kılmak, kendi kararım” gibi sözler kullanırız günlük hayatta değil mi? Ve kararın varılan bir yer/şey olduğunu ima ederiz. Oysa karar, başlangıcı ifade eder. Karar verdikten sonra yeni bir adım atarız, bir fikrimizi söyleriz. Çünkü durduğumuz yer bakış açımızı yani tanımlarımızı belirler. Eskilerin nokta-i nazar dedikleri “bakış açısı, görüş, fikir” böyle oluşur. İnsanın bir karar noktası olur ve işte iki nokta arasındaki bu hayali çizgi, başka bir varlık ile aramızdaki ilişkinin

tanımına götürür bizi. Yani bir şeyin tanımı iki mahdut şey arasındaki kelimelerdir. Peki ya ruh? Ruhu tanımlayabileceğimiz bir nokta var mı ki? İddiamız, ruh bu âleme ait değildir yani sınırları meçhuldür. Öyleyse ruhu gerçekten tanımlayabilir miyiz? El cevap: Hayır. Ruhun tanımı yoktur demiyoruz, ruhun tanımını biz yapamayız diyoruz. Onu ancak Cenâb-ı Allah'ın kelimeleri ile biliyor ve iman ediyoruz. Pergelin sabit ayağı bir noktada durur ve diğer ayağı da etrafında döner ya, işte “Bizim nokta-i nazarımız da İslam'dır” diyoruz. İnsanı 'ruhu olan bir varlık' olarak tanımlayabiliyoruz ama ruhun 'tam olarak ne olduğunu' tanımlayamıyoruz. Yalnızca Allah'ın bize bildirdiğine âmennâ ve saddaknâ deyip, harfsiz ve kelimesiz kabul ediyoruz.

 

Dünya, tereddütlüler dünyası. Karar noktasını bulamayan bir sarkaç: tereddüt. Git- gel, git-gel hareketi ile madde ve mana arasında zikzaklar çizen ama ikisinde de tam olarak karar kılamayan insan. Temas etmek yok; civarda olmak, yalnızca yakınlaşmak var. Tıpkı bir sarkaç gibi boşlukta salınıyor. 

İnsanı diğer tüm varlıklardan ayıran yegâne şey ise “aşkın” bir varlık olmasıdır..

Boşlukta.. Caddeleri, kafeleri, okulları, iş yerlerini hatta ibadethaneleri gezsek ve sorsak, çoğunun cevabı aynı olur: Kendimi bazen boşlukta hissediyorum. Hani şairin dediği gibi: “Usandım boş yere hep gitmeler, gelmelerden; Bırakın uyuyayım, yandım kelimelerden”

 

Bu dünyanın tanımları; elle tutulur, gözle görülür. Zihnimiz bize der ki “İşte bak, bunun karşılığı şu. Çalışırsın, diploman olur, para kazanırsın. Ekersin biçersin, ürün alırsın, ekmek yersin..” Maddi varlığımız, ruhumuzu görmezden gelir bazen. Karşılığını alamadığı emeği boşa sayar ve insanın kendini boşlukta hissetme serüveni de başlamış olur. Modern insan, insanın anlam arayışını yani bu dünyadaki varlığını ve sonuçlarını yine maddi bir nedene bağlar. Cevaplar, insanı bilinmezlikten kurtarma vaadi ile her şeyin tanımını yapma hırsının bir tezahürüdür oysa. Ruh, irtibatlı olduğu hasebiyle ulvîdir amma tanımlanamaz oluşuyla da acizdir. Ruhun ulaşmak istediği şey yani hakikat bilgisi, bu dünyaya ait bir bilgi düzeyi değildir. Ruh, maddeden ayrıldığında bu dünyada gerçek karşılığı olmayan şeylerin karşılığı ile tanışacak şüphesiz. Eğer nokta-i nazar olarak maddesi ve ruhu ile bu insan tanımını kabul edersek, bedenin lezzet aldığı her şeyin ruhumuza iyi gelmeyeceğini de kabul etmiş oluruz. Yorgunluğumuz bundan. Bizim kelimelerimiz ve tanımlarımız madde ve ruh arasında boşluktadır, tereddüt eden (gidip gelen) bir sarkaç gibi. Oysa insan, bu dünyada aşkın bir kelimedir ve hakiki manası Allah katındadır.

İnsan Aşkın 
Bir Kelimedir

Mehlika Tuğba TÜRKÜM

bottom of page